iletişim: seellialti@gmail.com

28 Ekim 2015 Çarşamba

KISA HIKAYE 6 : EMAN(ET)

                                                   
                                                      


Eski zamanlara dair ,  vücuduna kondurulmuş bir ayraçmış izlenimi veren ropdöşambırının bağını çözdü ve koltuğunun kenarına iliştirdi. Kasım bey uzunca bir yürüyüşe çıkmışçasına ayaklarına yorgunluk katan voltalarının , bitmek tükenmek bilmediği bir esnada telefonundan gelen sese dikkat kesildi. Açmalı mıydı ? Yoksa bu işi hemen burada , tam da şu anda bitirmeli miydi ?

 Bir işi bitirip tamamlaması için verilen zaman diliminin , en son ana bırakılıp en fazla üşengeçliğin oluştuğu o anda , telefonun son zırlama sesinde , nihayet telefonunu açtı ve kulağına az sonra verilecek saçma direktifleri dinlemeye koyuldu.


- Kasım bey ? Ben doktorunuz Nihat Akdam. Sonunda telefonunuzu açtığınız için teşekkür etmek isterim öncelikle.   

Kasım bey salaş bir gerginlik anının ardından verebileceği en keskin cevapları verebilmek namına kendini toparladı.

- En sonunda telefonu açmış olabilirim , fakat bu telefonunuzu son kez açacağımı belirtmek içindi. 

Doktor tüm nezaketi ve sakinliğiyle devam etti.

- Bakın neler hissettiğinizi anlayabiliyorum. Fakat eğer derhal gelmezseniz olay çok daha ileri boyutlara taşınacak.

Kasım bey daha da sinirleniyordu.

- Alın o aptal anlayışınızı da , yapay nezaketinizi de , olağandışı bir duruma karşı tutunulmuş yoğun sakinliğinizi de siktir olup gidin buradan! Onlara sadece , onun dokunabileceğini çok iyi biliyorsunuz. Beni tekrar aramayın ve kendi halime bırakın. Geriye kalan mesleki hayatınızda başarılar!

Kasım bey telefonu bir hışımla kapattı. Koca dünya bir olmuş ve kendini anlamamaya yemin etmişti sanki. Kenara sindirilmiş bir kedinin saldırı anındaymış gibi hissediyordu kendisi adına.

Telefonunu eline aldı. Numaraları tekrar çevirdi , bu kez hayatının ağırlık noktasına oturttuğu , yegane sevgilisi , eşini arayacaktı.  Telefon sanki  Kasım beyin eşi  , onu telefonun ucunda bekliyormuşçasına ansızın açıldı.  Bu alelade açılış Kasım beyi afallattı fakat hala keskin olan mizacını törpülemeye yetmedi.

- Alo Kasım. Nasılsın ?

- Bak hayatım. Doktor beyle son kez ve tekrar konuştum . Ona gereken ne varsa tekrar söyledim , şimdi sana verilmek üzere masaya bir şey ve bir not bırakacağım. Daha sonrasında da biraz hava almak için yürüyüşe çıkmayı planlıyorum. Öğleden sonra görüşürüz. Hoşça kal.

Eşinin tek bir kelime daha söylemesine fırsat tanımadan telefonu kapattı Kasım bey. Daha sonra yürüyüşe çıkmadan önce yapacağı o son işe yöneldi.

Karısına vereceği şeye beyaz ve temiz bir korunak oluşturmak için dün gece giydiği ceketinin cebindeki mendili çıkardı. Ardından notu yazmaya koyuldu.

‘’ Seni tanıdığım ilk günden beri dudaklarımın sana karşı olan aidiyetini en derin bir biçimde hissettim. Bırak bir doktorun avuçlarının altında parçalanması fikrini , bir kovanın içerisinde tıngırdayıp yok olacak olmalarının düşüncesi bile beni delirtiyor. Ama söz verdiğim gibi , onlara dokunup gözetebilecek yegane kişi sensin. Yürüyüşten sonra görüşmek üzere. Sevgili Eşin Kasım… ‘’

Kasım bey  doktorla konuşmadan önce masayı hazırlamıştı. Korkudan gram titremeyen avuçlarını , masadaki neşter makasa uzattı. Neredeyse ağzına sıçramak üzere olan ,  kanserden bitap düşmüş dudaklarına götürdü. Dudaklarını neşter makası sonuna kadar kapayarak kesti. O anda trajikomik bir vaziyette neşelendiğini iliklerine kadar hissetti. Dudakları avucundaydı. Şuan ki mutluluğu ,  avucunda debelenen bir balığı tutmuş balıkçınınkiyle eş değerdi.  
Avucundaki dudakları sakince beyaz mendile yerleştirip notu da yanına iliştirdi. Gramofonuna umursamazca bir şarkı koydu. Plaktan çalan şarkıdan aldığı keyifle , attığı ilk dudaksız kahkahanın ardından , artık öğlen yürüyüşüne başlayabilirdi.



9 Mart 2015 Pazartesi

Mirza Eden ''Bulutlarım Gözyaşlarım''la Boğaziçi'nde Finalde!



En değerli 10 öyküyü seçecek olan , Boğaziçi Öykü Yarışması'nın ilk tur sonuçları açıklandı. Mirza Eden Bulutlarım Gözyaşlarım adlı öyküyle 1000 den fazla öykü arasından finale kaldı.

Final öyküleri Notos Edebiyat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Semih Gümüş , Yazar Müge İplikçi ve Faruk Duman tarafından değerlendirilecek ve Final Mayıs ayında gerçekleşecek.

Ayrıntılı bilgi için ; www.bogazicioykuyarismasi.com

Başından beri desteğini esirgemeyen tüm okurlara teşekkürler! Keyifli okumalar!

Hikaye için ; http://mirzaeden.blogspot.com.tr/2015/01/bulutlarm-gozyaslarm-bolum-i-alfred.html

19 Ocak 2015 Pazartesi

Kısa Hikaye 5 : Sayfadaki Kiracım

                                                              
Kısa Hikaye 5: Sayfadaki Kiracım

Elif hanım itinayla ve dünyanın en önemli işini yapma hissiyle o hafta seçtiği dünya klasiklerinden birine daha elini atmıştı. Başına gelenlerin yorgunluğunu üzerinden atmak için kitap okumak iyi bir tercih olacaktı. Bu seferki Fyodor Mihaloviç Dostoyevski’den Suç ve Ceza’ydı. Elif Hanım Eski bir edebiyat öğretmeni olması mı yoksa dirayetli bir ev sahibi oluşu mu ona daha iyi hissettiriyor bunun kıyasının sonucuna vakıf olmaya pek hazır olmayan kendi halinde bir insandı.

13 Ocak 2015 Salı

Kısa Hikaye 4: Şahı Mat Eden Piyon




- Bölüm 1 -  Yeraltındaki Piyon

İçerisinde bulunduğum kutu , ah ne boğucu! Günlerdir ön plandayım , fakat benliğim aynı anda bu kadar geri planda. Açıkçası oyulduğumdan beri , işlendiğimden ve kendimi bildim bileli ön plandayım.
Sanki koca bir yemmiş gibi , sanki oltanın ucundaki kurtçuk gibi ön plandayım. Vasıfsız bir kaderim var gibi sanki. Dünyanın nimetleri elimde değil. Hep birilerini koruyup kollamalıyım. Hep onlara önemliymiş gibi hissettirmeliyim. Bazen kudretli bir atın , bazen kocaman bir filin arkasını kollarım , hatta , hatta bir vezirin…



8 Ocak 2015 Perşembe

Kısa Hikaye 3: Eriyen Zamanın Saatçisi

       

        


Mugambi tonunun beyaz olduğunu düşündüğü havayı soludu. İstanbul’a gelişinin ikinci yılındaydı. Ülkesinin sınırlarından taşıp , gelişmekte olduğunu sandığı bu ülkede , insanların ‘’ırkçı olmayan fakat sevgi bakımından hafif alaycı olan’’ tavrıyla tanışalı kocaman tam iki yıl.


Kısa Hikaye 2: Bulutlarım Gözyaşlarım

                                               



                                                            - Bölüm I -

Alfred , Burnley’de yer alan ufak kasabasındaki ufak evinde uyandı. Saat 9:00 du. Gözlerini ovuşturdu , gözündeki çapağı temizledi. Aşınmış ve eski olan kahverengi çizmelerini ayağına giydi. Havaların bozulmaya başlamasıyla birlikte çorapla uyumaya başlayan Alfred günlerdir ayağında olan çorabın artık koktuğunu fark etti. Çizmeyi büyük bir huysuzluk ve üşengeçlikle tekrar çıkarttı ve eski çorabının üzerine yeni bir çorap giydi. Şimdi koku durumu daha iyileştirilmiş bir vaziyete bürünmüştü işte.

Esnedi. Burnunu karıştırdı. Camdan dışarı baktı. Hala soğuk görünüyordu. Üstüne kendi salaşlığıyla ironi yaratan ekose ceketini giydi. Yağmur başlayacak gibiydi. Sevindi. Ekinleri biraz yağmur görmeliydi. Emin olmak için köstekli pusulasına baktı. Pusula biraz değişik bir pusulaydı , İngiliz Çiftçiler Konfederasyonun yıllar önce büyük dedesine vermiş olduğu bu köstekli pusula , bir çiftçinin tüm yönünü ve güzergahını belirleyen yegane şeyi , hava durumunu haber veriyordu.

Günler günleri kovalardı… Mevsimler mevsimleri… Alfred monoton olan çiftçilik yaşantısının içinde , yaşlanıp en güzel kıyafetleriyle , kilisede huzurla bir cenaze töreni eşliğinde bu dünyadan göçüp gitmek isterdi. Ta ki geçen yılın önceki günü başına gelen olayın ardından. İşte bu olay Alfred’in bu dünyada biraz daha huzursuz olup biraz daha yaşaması gerektiği hevesiyle doldurmuştu onu.

Gözbebekleri , kapalı olan gözkapakları içinde , rüyalar aleminde
dönüp dururken Alfred’in ,
ansızın içeriye bir hırsız girmiş o çok sevdiği evin…
Hırsız şöyle bir durmuş. Şöyle bir bakınmış.
 ‘’ Lanet olsun sana sümsük çiftçi! Yok mu değerli hiçbir şeyin !? ‘’
O anda köstekli pusulayı görmüş ‘’İşte bu antika biraz olsun işimi görür benim!’’.


Saat 9:00 du. Alfred gözlerini ovuşturdu. Gözündeki çapağı temizledi. Aşınmış ve eski olan kahverengi çizmelerini ayağına giydi. Çizmeleri geri çıkarttı. 3. bir çorabı ve daha sonra çizmeleri giydi.  Esnedi. Burnunu karıştırdı. Camdan dışarı baktı. Hava daha soğuk görünüyordu. Yağmur hala gelmemişti. Ekose ceketini giydi. Elini ceketin ön cebine attı. Her seferinde zincirini hafif dışarı sarkıttığı köstekli pusula bu kez yerinde yoktu. ‘’ Oh My dear god! ‘’ dedi Alfred.  ‘’ Bir anglo-sakson diğer kardeşine bunu nasıl yapar! ‘’.
   Alfred’in bağırma sesiyle birlikte , gökyüzündeki bulutlar ağlaşmaya başlamışlar. Bulutlar o kadar çok ağlamışlar ki ,  bir gözyaşı-metre yapsalar , bulutların ağlaması saniyede 200 göz yaşı döken , yeni doğmuş ve poposuna şaplak yemiş bir bebeğin ağlamasından daha çok olduğu hemen anlaşılırmış. Bulutlar o kadar ağlamışlar ki , ektiği ekinlerin hepsi yerle bir olmuş.

Daha sonra Alfred , şu sıralarda hayatta olmayan , valsine eşlik ettiği karısını dansa kaldırdığındaki gibi , yağmur bulutlarına eşlik etmiş. Ağlamaya başlamış. Artık kalemi elinden alınmış Shakespeare’den , kulak zarı kulağından alınmış Mozart’tan ve umudu elinden alınmış Pollyanna’dan hiçbir farkı yokmuş.

                                                   
                                                      - BÖLÜM II -
 
Alfred , bir papazın kiliseye eşlik etme dakikliğinde her sabah 9:00 da ağlıyordu. Ağlamak ne işe yarardı ki ağlamak ne işe yarıyordu ?

Tamam tecrübeli bir çiftçi olabilirdi Alfred… Fakat İngiltere’de hava tahminlerini yapmak öyle zorluydu ki , köstekli pusulası çalındığından beri her ektiği ekini hüsrana uğruyordu. Kilisede huzurlu bir cenaze töreni hevesi , yerini yavaş yavaş yalnız ve kokmuş 4-5 katlı çorapla ölme korkusuna bırakıyordu.

Son kez direndi Alfred. Bu sefer güzel olmasını umut ettiği ekinlerinden , elinden kalan son ve kendine ait olan tohumları dikecekti. ‘’Ispanak tohumları.’’

Alfred ıspanak tohumlarını ekti. Ve yağmurun gelmesini bekledi. Fakat olmuyordu. O hırsız kendisiyle birlikte eve de kötü şans getirmiş gibiydi sanki. Her şey ters gidiyordu. Alfred 1 hafta bekledi. Genelde yağış alan Burnley , bir hafta boyunca ıspanakların gereksinimi olan yağışı vermedi. 1 hafta boyunca derin bir kuraklık çöktü hatta Burnley’e. Alfred guruldayan karnıyla birlikte artık çok hüzünlü bir rotaya seyretmeye başlamıştı.

1. haftanın ertesi günü saat 8:58 de uyandı. Yine rutin işlerini yaptıktan sonra dışarı çıktı. Toprağa baktı. Kavurucu güneşe baktı. Bugün de kötü günüydü. Artık takati kalmamıştı. Etrafta ona eşlik edecek bulut dahi olmadığını görecek kadar yalnız hissettiğindeyse , ektiği tohumların üzerine diz çöküp , ağlamaya başladı. Gözyaşları toprağa düşen Alfred ağladığı 30 saniyenin ardından gözlerini hafifçe araladı.

Toprağın rengi neden yeşermişti ? Yo yo.. Bu yeşil bir toprak değildi! Alfred eksik kalan bulutlardan gelecek yağmurun gözyaşlarından geldiğini görmüştü. Alfred bir yan sıradaki tohuma doğru giderek gözyaşlarını toprağa akıtmaya devam etti. Şaka gibiydi. Toprağa düşürdüğü her gözyaşı damlası , topraktaki ıspanak tohumunun filizlenmesine ve tamamen olgun bir adet ıspanak olmasına neden oluyordu. Bunu fark ettiğinde çok mutlu oldu Alfred ve göz yaşları o anda durdu. Hayır fakat bu yararına değildi. Acı çekmeliydi. Biraz daha gözyaşına biraz daha hüzün bulutuna ihtiyacı vardı. Alfred karısının ölümünü düşündü. Birkaç tane daha ıspanak yeşertmesine yetti bu. Köstekli pusulayı kaybettiği anı düşündü , daha çok ağladı. 3-4 ıspanak daha yeşermişti. Sonra sabah ne kadar üzüldüğünü düşünerek aynı üzüntüyü tekrar etmek istedi. Fakat ağlayamadı. Son kullanma tarihi geçmiş ve kullanılıp atılmış bir anı gibi geldi bu Alfred’e.  Bu yüzden de gözyaşı gelmedi.

Karısını tekrar düşündü. Gözyaşı gelmedi. Köstekli pusulayı düşündü göz yaşı gelmedi.  Ağlayacak ve hüzünlenecek daha fazla şeyi olmayan Alfred’in kendi içinde uygulamakta karar verdiği seçenekten , başka bir seçenek kalmamıştı. ‘’ Mazoşizm’’

Alfred evine apar topar bir biçimde girdi. Bir bıçakla 4-5 tane olan soğanı ortadan ikiye böldü , ceketinin ceplerine doldurdu. Hemen tarlaya çıktı. Gözlerine soğanları sürmeye başlayan Alfred , hüznün eseri olan ‘’ağlamak’’ denen olayı , sanki yapaylaştırmış gibiydi.


Gözündeki yanma hissi arttıkça gözyaşının da arttığı fark ediyordu. İlk defa gözleri dolduğu için bu kadar mutlu olan Alfred , garip bir duygu fırtınası içerisindeydi.
Soğanlar işine yaramıştı. Anlaşılan epey ıspanak satacaktı Alfred bu yıl. Gözleri kıpkırmızı bir vaziyette içeriye girdi. Bu durum günlerce devam edeceğe benziyordu…

                                                              - BÖLÜM III

Gözleri inanılmaz sızlayan Alfred bu yüzden , sabaha karşı ağrıları azalsın diye , geceleri daha erken uyur olmuştu. O gün o kadar çok ürün elde etmişti ki , belki de bir iki gün gözlerini dinlendirebilirdi.  Fakat o gecelerden birinde Alfred bir tıkırtı duymuştu . Pek önemsemedi. Sonuçta kimse ondan gözyaşı pınarlarını çalamazdı.

İçeride ayak sesleri duyuldu. Artık içeride biri olduğu hissi ve sesi iyice baskın hale geliyordu. Sonra bir sesin ona seslendiğini işitti.

‘’ İhtiyar köstekli pusulanı geri istiyor musun ? ‘’ Alfred bir anda yatağından sıçradı. Artık umursuyordu. ‘’ Sen de kimsin ?! Evimde ne işin var ?! ‘’

Hırsız ağzındaki sigarayı ev kendininmişçesine yere attı. Ayakkabasının ucuyla söndürdü. Sigaranın bir yılan gibi tıslamasından sonra konuşmasına devam etti. ‘’ Daha önce de evine gelmiştim ihtiyar. Köstekli pusulanı çaldığım günden bu yana , komşuluk ilişkilerimizi biraz yıprattığım konusunda haklısın tabi’’ Hırsız pis pis sırıttı. Alfred gerilmişti.

‘’ Söyle ne istiyorsun ? ‘’

‘’ Bir şey istemiyorum. Dedim ya asıl sen köstekli pusulanı istiyor musun ? ‘’

‘’ Evet evet… Ama neden çaldığın şeyi bana geri veresin ki ? ‘’

‘’ Aslında birkaç nedeni var ihtiyar. Öncelikle bana çok dokunaklı gelen şu hikaye. Köylülerin dediğine göre her gün ekinlerin başına geçip ağlıyormuşsun da , bu köstekli pusulanı kaybettiğinden beri böyleymişmiş de falan filan.  Bu pusula senin için neden bu kadar değerli bir türlü anlayamadım. Çok fazla sayıda antikacıya gittim fakat –yön göstermeyen pusula mı olur !? – diyerek hepsi beni geri çevirdi.
Ben de bu pusulayı , en azından işime de yer yön bulmama da yaramadığı için , gerçekten bu pusula için çok üzülen ihtiyara getirdim. Ama artık bu benim malım. Ve bunu sana vermem için bir şartım var.’’

Alfred kekeleyerek ‘’Ne-neymiş o şart ? ‘’

‘’ Bir insan nasıl olurda her gün ağlayabilir. Hem de işe yaramaz bir köstekli pusula için… İşte asıl merak ettiğim şey buydu. Madem 7/24 bir pusula için ağlayabiliyorsun. Şimdi de ağla. İnandır beni. Bu pusulada senin olsun.’’

Alfred gerilmişti. Gözleri çok yorgundu fakat ağlayabilirdi elbette. Çok üzücü şeyler düşündü. Ağlayamadı. Ağlayamadıkça daha da gerildi. Fırsat ayağına kadar gelmişti ve kaç zamandır büyük bir başarıyla yaptığı şeyi şuan yapamıyordu. Ağlayamıyordu Alfred. Tekrar kekeleyerek ‘’Bi-bi- bir saniye izin ver’’ dedi. Mutfağa geçti. Gözlerine soğan sürdü. Olamaz! Gözleri yaşarmıyordu. Kaç gündür gözlerine o kadar çok yüklenmişti ki  , gözyaşı pınarları artık kurumuş olmalıydı. Alfred’in gözü mutfaktaki bıçağa kaydı. Canı acıya acıya elini çizdi. Gözyaşı gelmiyordu. Daha fazla çizdi. Gözlerine kızdı. ‘’Ağlasanıza be aptal gözler. Ağlayın!‘’  

Hırsız içeriden seslendi. ‘’ İhtiyar. Çok vaktim yok.’’ Alfred bıçağı gözyaşı pınarlarına doğrulttu. Şişenin dibindeki birkaç damla kalmış suyu damlatmak gibiydi derdi. Bir bıçak daha çıkarttı ve göz yaşı damlası sıyırmaya çalıştı.  Bıçağı ittirdi , ittirdi. Etraf birden karardı. ‘’İhtiyar ben gidiyorum! Cık cık cık.. Yazık oldu , pusula bende kalacak. Geç kaldın.’’


Gözyaşı pınarları ve gözü parçalanmış olan Alfred arandı ve yatağını buldu. Uyudu , uyandı. Gözlerini ovuşturdu. Pek karanlıktı , gördüğü en zifiri karanlık bu olabilirdi.

Pusulası da , göz pınarları da gitmişti. Ağlamak istedi. Çok ağlamak istedi. Banka hesabında çarçur edilmiş balyalarca paralar gibi hissediyordu artık gözyaşları için. Bencilce harcanmış göz yaşı balyaları. Gözyaşı bir türlü gelmiyordu. Elini yatağının kenarındaki komidine uzattı. Dünden koyduğu ıspanaktan bir yaprak kopardı ve ağzına attı. Gözyaşlarını içine attı. Burnley’in sıcağında hiç gelmeyecek olan bulutları bekler gibi , gözyaşlarını beklemeye koyuldu…


Kısa Hikaye 1: Uyanış


Giriş

H
indistan ın baharat kokusuyla yoğruluşunun ,  bilinmeyen yüzyıllarının içinde , garip bir ayın kovuğuna saklanmış günün en umarsız saatlerinde bir çocuk doğmuştu –tanrısıyla birlikte- . Bir inek yollamıştı buzağısını , tüm inekler için ot cenneti olabilecek dünya denen yere. Bir insan ise gelişen ceninine daha fazla yer kalmadığı için rahminde , ötelemişti yavrusunu, bir insan için olabilecek her yerden daha dar ve bunaltıcı olan dünya denen yere.